Zeki BÜYÜKTANIR  
                        
          Şafaktan sonra ne  gelir, güneşin doğuşu değil mi? Bu doğa olayı milyonlarca yıldan beri sürer  gider. Ozanların, âşıkların çoğu zaman ilham kaynağı olmaz mı?                
          Bu iki deyimden yola  çıkan saygın fen ve düşün adamı inşaat mühendisi Osman Akbaşak kalemiyle de bu  işi kotaracağını kanıtlıyor. 
          Onun daha önce ŞAFAK  BASKINI adlı romanı ile ilgili bir tanıtım yazısı yazmıştım (Işığın Kaynağı: 3)  Yazıyı yeniden gözden geçirdim, orada ilginç bir saptama var; "Kurtuluş  Savaşı 16 Mart 1919'da başlar,9 Eylül 1922'de biter. 3 yıl, 3 ay, 23 gün, Bu  süre içinde en yoğun, gizli ve tehlikeli dönem, 16 Mart - 16 Temmuz'dur, 153  günlük bir süre." İşte bu yoğun süre Şafak Baskınının öyküsü ama yoğun, güzel  saygın bir öykü çıkarmış ortaya. Eline sağlık. Şimdi de üçüncü yapıtı olan "Güneşe  Doğru" elimde. Bu yapıtında da yine konuyu gerçek belgelerle, içten,  kültürel yoğunluğunun rahatlığı içinde anlatıyor. Evet, GÜNEŞE DOĞRU 
          Burada bu yapıtın  sanatsal yönünü anlatacak, derinliğini sorunlar üzerindeki irdelemeleri  üzerinde duracak değilim çünkü bu ağır sorumluluk isteyen kavram; usta  eleştirmenlerin eğileceği bir konudur. Benim tek söyleyebileceğim bu yapıtın da  öteki yapıtları gibi olağanüstü bir bilgiler, sorular, belgeler hazinesi oluşunu  anlatmaya çalışmaktadır. Özellikle çağında birlikte kalem oynattığı dostlarının  da yapıttaki yazıları eleştirileri de birleşince bir üst yapıt durumuna  geçiyor. Her bir yazı, dil, anlatı, yazınsal yöntem yönünden titiz çalışma uygun  görüşler içinde bir çiçek demeti gibi sürüp gidiyor.  
          "Anadolu aydınlanması"  demişim bir yazımda. Onun bütün yazıları böyledir ya; kendisi anlatısını geniş  bir yelpaze biçiminde açar, dağıtır, anlatır toparlar. 
          Bu yapıttaki  görüşümler, denemeler, eleştiriler, şiirler her biri birinden üst düzey yapıda.  Biçem (üslup) denilen kavram her konuda kendini gösterir. Bu yalnız yazıda değil,  sanatın her dalı için geçerlidir. Osman Akbaşak'ın da kendine özgü bir anlatım  (tarzı) biçemi var. Tatlı, dengeli, uzatmadan, kısa tümcelerin birbiriyle  sıralanan seslenişleri bir müzik yapıtındaki notaların sıralanışı gibi. Bu yapıtında  daha bir tatlı sesleniyor okuyucuya. Kendine özgü demiştim ya, bu kendine  özgülük yazarın biçemi hattaDNA'sından diyebilir  miyiz? Genleri mi diyelim yoksa? 
          Şu anda yerli de değil,  yabancı bir yazarın, çok sevdiğim bir yazar olan Panait Strati'nin bir yapıtındaki  tümcesini anımsadım, hiç unutmam: "Sonu  sefaletlerle biten bir anlık zevk bizi dünyaya getirir." Bu tümceyi al  otur bunun üzerine bir roman yazabilirsiniz. Ya kendi yazarlarımız,  ozanlarımız? Sait Faik'in: "Hişt... hişt... " diye  seslenişindeki o öykünün tadı unutulur mu? Özellikle Usta yazar ikinci Homeros'umuz  Yaşar Kemal'in o Orta Direk romanındaki iki sayfa süren yılanların sevişmesi  sahnesini anlatışı. Bu ustaların anlatışındaki üstün uslamlama tekniği, gücü. İşte  sanat bu, işte kültür bu. 
          Konuyu  hazırlarken çook uzaklardan usuma gelen bir konuyu da yazmadan edemeyeceğim, Evet  o (1939) yılı sınıfta öğretmenimiz Türkçe dersinde öykü okuma alışkanlıkları  yapıyor. Bu arada küçük bir roman gösterdi, bunu okuyalım dedi. Önce kendisi  başladı. Okuyup bitirince kim okumak ister deyince hemen el kaldırmıştım, bana  verdi kitabı, evde bitirip getirdim. Ancak o çocuk kafamda çok büyük etki etmiş  ki ilk tümceleri ezberlemişim, Neredeyse yetmiş yılı geçmiş. "Çamçak dağının  yalın kayalarını yalaya yalaya akan İn deresinin Abanos köyü delikanlıları  toplanmış derec yamacındaki bağlara ark açıyorlardı," Yazarı kim? Yapıtın  adı ne? Bilmiyorum, işte okuma sevgisinin verdimi bir güzellik, unutulmuyor  demek ki. Dostoyevski'nin o birbirinden güzel, örse çekiç sallar gibi  psikolojik ağırlıklı tümceleri, sözcükleri? Ya onu bir de kendi öz dilinden  okuyanın alacağı tadı bir düşündünüz mü? 
          Kısacası değerli yazar  Osman Akbaşak bu yapıtında daha bir özene bezene akıcı tümceler sıralanıyor;  (Sf:56)  
            "Ziya Bey'in yanındakiler yakının mı?"  
  "Yanındaki benim."  
            Gerisini getiremedi,  ne diyeceğini bilemedi. Hanife Teyze gözlerinin parıltısından anlamıştı tabii,  güldü, "Yavuklun mu?" Ses  vermedi Zeynep, sadece başını önüne eğdi, yüzüne bir gülümseme yerleşti. "Bak  hele, ne de güzel gamzelerin varmış senin, kaldır başını bakayım, Allah sizi  birbirinize bağışlasın yavrum,"  
          Özellikle tarihsel  gerçeklerle ilgili ilginç örnekler vermesi:  
  "Ben buradayım,  bir hareketinizle bombalar yağdırır, yeri göğü başınıza yıkarım,"  dercesine meydan okuyordu. Ne garip; vatanseverlerin üç beş mavzer ve  tabancasına, belki birkaç el bombasına karşı Iron Duke'ın devasa topları, hiç adil olmayan bir savaştı bu." (Sf:  61) 
          Özellikle o  ölüm-kalım günlerinin bencilliğinde, can kaygısının kol gezdiği bir ortamda;  yokluk, korku, güvensizlik. Ama sıcak yüreklerin tatlı dile dökülüşünün mutlu  örneği: (Sf:19) 
  "Bozhane'ye  gideceğiz amca, biraz soluklanalım dedik, sen bize yolu tarif edersin değil  mi?" "Sözü mü olur evlat, gelin hele, az ötede evimiz var, hatunumla  bir başımıza yaşıyoruz. Buyurun, çok şeyimiz yok ama çorbamızı paylaşalım." 
          ABD; Amerika Birleşik  Devletlerinin kuruluşunun kanlı tarihini dünyaya tanıtan Kovboy filmleri?  Savunduğum için değil bu örneğim, O filmlerde bir soyu yok eden bir acımasız soykırım.  Ama yüzlerce, hatta binlerce filmlerle hem reklamlarını yapıyorlar hem de  kendilerini haklı göstermenin yollarını da buluyorlar. Eleştirsek de beğenmesek  de bir gerçek, Oysa özellikle bizim kuşak o filmlerle büyüdü. 
          Bu örneği ne için  verdim. Ne yazık ki dünyanın en büyük ilk halk  Kurtuluş Savaşını, Çağdaş devrimsel yapıyı yaratan bir oluşumdur Cumhuriyetin kuruluşu. Ama bir elin  parmakları sayısını geçmez. Bir tek KURTULUŞ filmi bir de CUMHURİYET filmi, başka? Başka yok. Kısa belgeseller, romanlar, öyküler,  şiirler. O kadar.  
          Neyse ki her yıl  yeni yetişen genç kuşaklar üç beş ekleyerek bu hazineyi beslemeyi  sürdürüyorlar. Saygın yazar Osman Akbaşak'ın yapıtları da bu saygın diziye  katılanlardan. 
          Bu arada çok önemli  bir konuyu da burada belirtmek gerekir diye düşünüyorum, özellikle gelişmemiş toplumun  olumsuz yönlerinden biri gerçekleri değil söylentileri, dinsel verilerden yola  çıkarak yalan yanlış anlatılanlarla yetinen bir toplum olduk. Özellikle Çanakkale'de turistlere tanıtım yapanlar  çoğunluğu dinsel objelerle süslü anlatılarla oyalıyorlar. O müthiş savaşın; meleklerin  yardım etmesiyle kurtuluşun oluştuğunu... Buna benzer saçma sapan anlatılarla  bu saygın başarı gölgeleniyor, Özellikle çoğunluk o büyük kurtarıcı Atatürk'ten  de söz bile etmeden yapılan  söyleşiler, anlatılar içler acısı. İşte bunun için yazarlarımızın, sanatçılarımızın  bu konuya daha titizlikle eğilerek söylemleri, söylentileri böylesi belgelerle roman,  öykü, şiir, sinema tiyatro gibi sanat ortamında dile getirmek bir zorunluluktur. Aydınlar için de bir görevdir.  
          Sayın Osman Akbaşak  destanına "Bu üçlü bir dizi" diyordu. O savaşın merkezi sayılan BEYKOZ OLAYLARI. Çok da güzel anlatıyor. Yapıtın  arka kapağındaki iki tümce de aslında yapıtı o kadar güzel özetliyor ki... "SAMSUN'DAN BAŞLAYAN KIVILCIM"  
          Eline yüreğine sağlık, kalemine güç sevgili dost... 
          Haziran 2015   |